Bize Bir Şeyler Oluyor

| | Comments: (0)

Bize kesinlikle bir şeyler oluyor. “Biz”den kastım Türkiye’de yaşayan gencinden yaşlısına kadınından erkeğine eğitim görmüşünden görmemişine işsizinden çalışanına herkes. İçimizde gitgide büyüyen ve saldırganlaşan bir öfke büyüyor, bizi esir alıyor; hareketlerimize, söylemlerimize hakim oluyor. Her gün televizyonu açtığımızda, gazetelere göz gezdirdiğimizde ya da sosyal medyada dolandığımızda gözümüze çarpanlara karşı hissizleştik. Vahşice, acımasızca ve insanlık dışı ne oluyorsa çevremizde artık bize o kadar normal ki, o kadar hayatımızın içinden olaylar ki, kanıksadık galiba.

Kadınlar kanuna, devlete, insanlığa inat eşleri tarafından öldürülüyor… İnsanlar her gün düşündükleri ve dile getirdikleri fikirleri yüzünden tabiri caizse “infaz ediliyor”… Taraftarlar, bırakın büyüklerimizin dile getirdiği gibi yan yana, aynı tribünlerde maç izlemeyi; toplum içinde yan yana yaşayamıyor, sosyal platformlarda birbirlerine saygı gösteremiyorlar bile… Bir şehrimizde folklor yarışması düzenleniyor, diğer bir şehirden katılan okul 1., ev sahibi okulsa 2. seçilince kıyamet kopuyor, ev sahibi  okulun temsilcileri ev sahibi olmanın verdiği “özgüvenle” juriyi dövüyor, gencecik çocuklar çığlık çığlığa kaçışıyor… Açık alanlarda oturan, eğlenen, içki içen, öpüşen kızlı erkekli gruplar tehdit ediliyor, darp ediliyor, sindiriliyor… Buna karşılık, kendine göre haklı ve başka kimseyi ilgilendirmeyen sebeplerle başını örtmüş genç kızlar, kendileri gibi düşünmeyenler, yaşamayanlar tarafından bakışlarla aşağılanıyor, küçük düşürülüyor… Kısasa kısas, intikam duyguları dallanıyor, budaklanıyor ve olur da anlık zayıflamaya başlarsa, “münferit şahıslar” tarafından anında besleniyor… Haklı ya da haksız; devlete, egemen güce karşı daha güçsüz konumda olan, toplum tarafından süregelen bir “ötekileştirme” yaşayan azınlıklar ya da azınlıktaki gruplar gizli ya da aleni çığırtkanlar tarafından hedef gösteriliyor, yeri geliyor öldürülüyorlar… Trafikte yaşanan günlük gerginlikler sokak kavgasıyla sonuçlanıyor; şanslılarsa sadece “yumruklar” aksi koşulda ise “bıçaklar, silahlar” konuşuyor… Ülkenin en saygın, en yüce, en salim olması gereken kurumlarından TBMM’de, “halkın temsilcisi” vekiller halk için kararlar almaya çalışırken kürsü basılıyor, yumruklar atılıyor, tehditler savruluyor kısaca insanlık, medenilik, temsilcilik unutuluyor… Seçim meydanlarında, açılışlarda, meclis kürsüsünde, televizyonlarda, uluslararası platformlarda atılan siyaset-egemen demokrasi çığlıkları, siyasi ya da toplumsal aktivistlerin, grupların giriştikleri eylemlerde “orantısız” polis copuna, biber gazına, tazyikli ve boyalı suya maruz kalınca attıkları yardım çığlıklarına dönüşüyor… Her gün farklı düşünenler, birbirlerini en zayıf yerlerinden, mahremlerinden, kutsallarından vurmaya ve karşı tarafı tahrik etmeye çabalıyor…


Kısaca, toplum öfkeyle, kinle, nefretle yanıyor, tutuşuyor; tahammülsüzlük, kavga yaşadığımız hayatın standart kuralı haline geliyor. Peki ne zaman bu hale geldik, ne zaman insanlığımızdan çıktık ve neye dönüştük? Farkında mıyız bu yaşadıklarımızın, yoksa ne kadar değiştiğimizin farkına bile varamayacak kadar umutsuz durumda mıyız? Sahi, hiç umut yok mu bu halk için, bu ülke için, henüz doğmamış çocuklarımız, yaşanmamış yıllarımız için? 

Amy

| | Comments: (0)
Öncelikle bu blogu takip eden, buraya bişeyler yazıp yazmadığım konusunda arada sırada blogu kontrol eden ve buraya yazmadığımda uzun süredir neden yazmadığımı sorgulayan herkese bir özür borçluyum.

Yazmadım aylardır içimden gelmedi nasıl zamanında yine o kadar içten bir şekilde bu blogu oluşturduysam...Ama aslında anladım ki yazacak bir şey olmaması değil, buraya yazmama değecek kadar bişeylerin beni tahrik etmemesi, rahatsız etmemesi sebepleriyle yazmamışım uzun zamandır. Ta ki bugüne kadar...

Madem böyle girdik lafa beni neyin tahrik ettiğini açıklamak gerekir ama onu yazının sonuna bırakmayı tercih ediyorum. İlgili olanların takip ettiği üzere Amy Winehouse'u kaybettik yaklaşık 3-4 gün önce. Yoksa Amy Winehouse öldü mü demeliydim ya da Amy Winehouse ölmüş...Aslına bakarsanız bu üç cümle arasında herhangi bir fark yok gibi gözüküyor, ana mesaj Amy Winehouse'un bu dünyadan ayrılıp yaşamının son bulması, fakat bir şeyi nasıl ifade ettiğiniz herkesin de çok iyi bildiği üzere neyi ifade ettiğinizi bal gibi etkiliyor. Ama asıl konu bu olayın aktarılma süreci ya da tarafı değil bu aktarımı algılayan ve algıladığı bu gerçeğe karşı bir tavır alan/almayan tarafıyla ilgili hikayenin...


Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Amy Winehouse'un ölümü bir haberdir, hem de çok önemli bir haber. Bu sebeple buna benzer olaylar, kişinin ölüm sebebinden, ülkedeki gündemin diğer noktalarından biraz da bağımsız bir şekilde aktarılır kamuoyuna gayet haklı bir gazeteci refleksiyle ya da bilerek/isteyerek. Bu olayda da, Türkiye'de hayran sayısının hiç de az olmadığı bilindiği için gündemin en önemli haberlerinden belki de en önemlisi olarak halka sunulmuş bu ölüm; muhafazakar, ulusalcı ve kutuplaşmış ülkemde yine bir tartışma ortamı yarattı. Sosyal paylaşım sitelerinde su testisinin su yolunda kırıldığına atıfla olaya tavır alan acımasız ünlülerden tutun ölüm sebebi dolayısıyla bu ölümün haber yapılmasını eleştiren toplum-korumacı geçinenlere, "alt tarafı Amy Winehouse öldü Sabahat Akkiraz mı öldü sanki" gibi yorumların sahibi gizli ulusalcılara kadar türlü yelpazeyle yine kutuplaştık alışılagelmiş bir şekilde. Bir de Yılmaz Özdil gibi "Emi Vaynhaus öldü insanlar yas tutuyor peki askerlerimizin şehit edilmesi niye önemsenmiyor" tavrını takınan sözde duyarlı popülist köşe yazarlarımız var onları da unutmamak gerekiyor.


Testi görüşü konusunda ne düşündüğümü hatırlamak isteyenleri bir önceki yazımdaki görüşlerimle başbaşa bırakıyorum çünkü bir adım değişmedi duruşum: insanların hayatlarını nasıl sürdürdüğü ve nasıl sonlandırdığı konusunda ahkam kesecek ve o insanları yargılayabilecek kadar kendine güvenenler önce kendilerini yargılasınlar, kendi vicdan mahkemelerinde aklanıp sonra bu eylemlere kalkışsınlar. Sabahat Akkiraz ölmediği Amy Winehouse öldüğü için alttan alta başka milletten olanın bizi nasıl olup da bu kadar üzdüğünü anlayamayan insanlara hatırlatılması gereken ise sadece şu: İsmi Sabahat de olsa, Defne de olsa, Micheal da olsa, Amy de olsa ölen sonuçta bir İNSAN, ki sıradan bir insan değil bu Amy, harika şarkılar üretip, marjinal bir hayat yaşamayı tercih edip bu tercihi sonunda hayatı son bulan bir müzisyen. İnsanların bu noktayı atladıklarını düşünmek istemiyorum, benim anlayamadığım haklı bir bakış açıları olduğunu umarak bu kesimi de kendi vicdanlarıyla baş başa bırakıyorum.

Yılmaz Özdil'e gelince...Aktarmak istediği konuları, insanların normalde görmediği gerçekleri kamuoyunun dikkatini maksimum çekecek şekilde aktarma konusunda gerçek bir uzman Özdil bunu inkar edemem. Fakat aktardığı konularda gereğinden fazla fanatik bir taraf olması ve muhafazakarlık konusunda eline bu ülkede çok az insanın su dökebileceği gerçeği bazen işleri karıştırıyor. 

Askerlerin şehit edilmesi yerine Amy Winehouse'un haber yapılma gerekçesi maalesef ki tam da Özdil'in savunduğu gibi askerlerin şehit edilmesinin "sıradanlaşmasından". Peki bu sıradanlaşmanın sorumlusu basın mı? Ya da halk?? Askerler hiç değil...Bu sorunun sorumluları bu olayı çözmeden haber bültenlerinde saece şehit haberleri verseniz ne yazar, bu daha fazla hissizleştirmez mi kamuoyunu? Yılmaz Özdil gibi düşünenlerden beklenen Amy'nin ölümü hakkındaki tartışmalara müdahil olmak istemiyorlarsa ya bu tarz yayınların yapıldığı kanalları tercih edecek ya da tvyi bir süre kapatacaklar maalesef.

Yukarıda saydığım tarafların oluşmasının tek sebebi kutuplaşma kültürümüz, kendimiz gibi düşünmeyene tahammülsüzlüğümüz...Farklı düşüncelerimizi illa kavga ederek ya da karşı tarafa düşüncemizi dayatmaya çalışarak mı savunmak zorundayız...Ya da onları küçük görerek, düşünce kalıplarını ve yaşayış biçimlerini hor görerek...

Durumu şöyle bir tekrar etmeliyiz belki: "Ünlü Amerikalı şarkıcı Amy Winehouse 27 yaşında, kokain, eroin, esrar, ketamin ve türlü uyuşturucuyu karıştırarak hazırladığı kokteyli içerek Tanrı'nın bağışladığı hayata Londra'daki evinde son vermiş, intihar etmiştir." Bu cümleyi tekrar tekrar okuduktan sonra kendime sorduğumda üzüldüm mü Amy'nin ölümüne, evet. Peki bu yazıyı okuyan kişi, sen üzüldün mü?!

-Yorumsuz-

| | Comments: (0)
Bazı anlar vardır söz orada biter. Ne konuşursanız konuşun bir anlamı yoktur. Zaten insanların konuşmaya isteği de gücü de yoktur bu anlarda. Ölüm bu anlardan biridir, belki de en önemlisi. Ölüye saygıdan değil "ölüm"e saygıdan konuşmamak gerekir. Aslında kötü konuşmamak gerekir. Çünkü insanlar zaten yaralıdır, üzgündür sevdiklerini kaybettikleri için. İyi konuşsanız bile aslında bir anlamı yoktur böyle bir anda ama en azından üzüntülerine olumlu ya da olumsuz bir katkı yapmazsınız. Ama şu anda ülkenin bir kesiminin-tamamı olduğuna inanmak istemiyorum- yaptığı gibi konuşursanız yaptığınız en kibar tabirle vicdansızlıktır. Çünkü gerçek değişmez bu saatten sonra...Ölen ölmüştür ve ölen kişisi sevenler onu koşulsuz sevmeye devam edeceklerdir. Bu değiştirilemez... Ama ülkemizde yaşarken bile değer verilmeyen insanlara en azından ölünce saygı göstermek gerekir diye düşünüyorum. Eğer gerçekten ülke olarak böyle yapmaz bir hale geldiysek o zaman ben bu ülkeye ait  değilim. Müslümanlık olayları böyle görmeyi gerektiriyorsa ben en büyük kafirim. Ahlaklı olmak olaylara böyle bakmaksa en büyük ahlaksız benim. Delikanlılık, erkeklik bu yorumları yapmaksa ben delikanlı değilim, erkek de değilim, kabulüm.

Defne Joy Foster'ın ölüm haberini iş yerimde sabahleyin birinin söylemesiyle öğrendiğimde neden olduğunu bilmediğim bir şekilde çok kötü oldum, fazlasıyla... Televizyonda yaptığı şeylerin bir çoğunu izlememiş, sevmemiş olabilirim, hatırlamıyorum bile. Bazen Defne'yi çok hareketli, gereğinden fazla cıvıl cıvıl bulmuş da  olabilirim. Ama nedense çok sevmişim meğer onu. Ölüm haberini aldığımda hissettiğim üzüntü ve şaşkınlık apaçık bir şekilde bunu gösteriyor. Ona olan sevgim, ya da benim gibi düşünenlerin hissettiği sevgi de, onun için o kadar önemliymiş her ne kadar hayatı bu kadar umursamaz biri gibi gözükse de...Saba Tümer'in programına konuk olduğunda izledim. "İnsanlar beni sevsin istiyorum" diyor Defne kısaca. "Dans yarışmasında önce, kendi küçük dünyamda beni sevenlerle beraber yaşıyordum, fakat beni sevmeyenler çok ortalarda değildi...Fakat Dans yarışması sonrasında daha çok göz önünde olunca, beni sevenlerin artışı değil sevmeyenlerin ortaya çıkmasına ve sayılarının fazlalığına üzüldüm" diyor özetle Defne. Ben de biraz Defne gibiyim galiba, çok önemsemediğim birileri bile olsa sevilmemek zor geliyor bana da. Ne kadar yanlış olduğunu, ne kadar imkansız olduğunu bilsem de herkes beni sevsin istiyorum. Belki de Defne'nin ölümü bu yüzden beni bu kadar üzdü, kendimi ona bu kadar yakın hissettiğim için bilemiyorum.

Fakat ölümü ardına yapılanlar, beni bu ülkenin insanlarının çoğundan nefret ettirmeye başladı. İnsan bu kadar vicdansızı bir arada, hep bir ağızdan görünce inanamıyor gerçekten. Nasıl öldüğü, nerede öldüğü, ne yaparken öldüğü ne kadar önemli bu saatten sonra? Ya da Defne'nin eşini aldatırken, başka bir erkekle yatakta olması filan bunlar neyi değiştirir, gerçek bile olsalar? Hayatım boyunca gördüğüm en mutlu, en cıvıl cıvıl insanlardan biri aniden aramızdan ayrıldı. Ve ben ani ayrılıkları oldum olası sevmem. En son benzer bir üzüntü ve şoku Barış Manço'nun ölümünde yaşamıştım. Ve o ölüm sonrasında da, Barış Manço'nun nasıl öldüğü konusunda vicdansızca ve anlamsızca konuşulanlar aklıma geldi nedense. Barış Manço ve Defne'nin bu hayatta başardıkları, meslekleri ve kendileri için bütün çabaları bu kadar önemsiz mi? Atılan bu lekeler sonrasında yarın bir gün Defne'nin ölümü konuşulduğunda kahretsin ki akla gelen bu şerefsizlikler olacak...Barış Manço'da öyle olmadı mı???

Yanılmıyorsam İsmet Berkan'ın Hürriyet'te bugün yazdığı gibi, hangimiz Defne'nin yapmış olduğunu yargılayabilecek kadar, ilk taşı atacak kadar günahsızız? Ya da onu yargılamak hangimize düşer? Hıncal'a mı? Sayısız Vakit ve Yeni Şafak yazarına mı? Yoksa "muhafazakar" ve "müslüman" geçinen vatandaşlara mı? Bu saatten sonra önemli olan tek konu Defne'nin aramızdan ayrıldığı gerçeği...Onun gibi hayatı keyifle ve istediği gibi yaşayan biri artık yok...İnsanların Defne'ye kızgınlıkları biraz da bu yüzden. Bu yazıları yazan, bu iftiraları atan hiç kimse Defne kadar mutlu olmadı muhtemelen bu hayatta, ya da hayata bu kadar sevgiyle yaklaşamadılar hiç bir zaman. Defne'nin rol modeli yapılmasına-kim yapıyorsa zaten bunu- karşı olmaları bu yüzden. İstemiyorlar yarın bir gün kızları da hayatta bu kadar rahat, canı istediğini canı istediği zaman yapabilecek kadar hayatı önemsemeyen, kişilikli insanlar olsunlar. Kalıpları var onların ahlak adı altında. Kuralları var din adı altında. Ama en önemlisi vicdanları yok, ve en kötüsü bundan haberleri bile yok...

Suçlu Kim?

| | Comments: (0)
Başlıktaki soru aslında sözde...Çünkü az önce biten maçı izledikten sonra tam olarak anladım artık Fenerbahçe'nin mevcut durumu konusunda suçluyu, suçluları...Sanılanın aksine sonuçla alakalı değil bu yazı; suçluyu/suçluları suçlu yapan da 2-1 lik Yeni Malatya mağlubiyeti değil. Ama bu maç benim için şimdiye kadar kafamda tam olarak yanıtlayamadığım bir sorunun cevabını kesin olarak bulmama, daha doğrusu apaçık görmeme sebep olmuştur, doğru.

                                      
Öncelikle suçlunun kimler olmadığını açıklamak, yazının seyrini daha keyifli kılar kanımca. Suçlu Okan Alkan mı? Skor üzerinden böyle bir soru soruyorum fakat Fenerbahçe'nin genel durumunu geçtim de, bugünkü maç için bile suçlunun Okan olduğunu iddia edecek kişi varsa ya zerre futbolla alakası yoktur, ya Okan'ı sevmiyodur, ya Okan'a forma şansı verdiği için Aykut'u sevmiyordur, bu şekilde Aykut'a vuracağını düşünmektedir ya da tamamen kötü niyetlidir. Ha bir de eklemek lazım ya da taraftarı olduğu takıma teknik direktör olarak Christoph Daum'u hak ediyordur. "Ama Christoph Daum'un zamanında Fenerbahçe şöyle başarılıydı, son hafta şöyle olmasaydı Fener şampiyondu" gibi cümlelere karnım tok onu da baştan söyleyim. Neyse çok sapmadan toparlayalım, Okan değil suçlu o kesin. Peki Selçuk Şahin mi acaba takımın mevcut halinin sorumlusu? Yeteneği ne kadar kısıtlı olsa da, ileriye değil yana oynasa da, sahada gösterdiği mücadeleyle suçluyu Selçuk addetmek kanımca biraz acımasızlık olabilir. Ayrıca Fener'in genel durumu konusunda zaten suçlu olamaz çünkü düzenli forma şansı bile bulamıyor takımda. Peki Christian ya da Andre Santos mu asıl suçlular?? Karaktersizlikleri ve umursamazlıkları için evet bir parça suçlular, hatta belki kimine göre oyuncular arasında en önemli suçlular onlar. Bir ölçüde bu fikre de katılabilirim belki ama bence yapana değil yaptırana bakmak gerek. 

Sen yönetim olarak yerine yenisini alamasan bile Christian ve A.Santos'u transferin başladığı ilk gün bir yolunu bulup bu takımdan gönderemiyorsan, maruz kaldığın davranışları sonuna kadar hak ettiğini kanıtlıyorsun demektir. Niang ya da Stoch mu suçlu diye sorsak? Fizik düşüklüğü yüzünden Niang'ı, Twente'deki performansını ortaya koyamadığı için Stoch'u da sorumlu tutabiliriz Fener'in durumundan. Ama yok aradığım cevaplar bunların hiçbirisi değil ya da daha doğrusu tek başına hiçbiri değil. Ayrıntısına birazdan değineceğim.

Temel suçlu adayı Aykut'u değerlendirelim acaba o mu suçlu? Fenerbahçe taraftarlarının şu an itibariyle %95'inin temel suçlu olarak Aykut'u gördüğüne adım gibi eminim. Çünkü severiz ukala t.direktörleri...Aykut gibi sessiz adam hoşumuza gitmez, yakın görmeyiz kendimize. Spor yazarları çıkar Aykut'un sürekli asık suratından bahseder, neden gülmediğiniz tartışır. Sanki Arsene Wenger, Alex Ferguson falan gülücükler saçar maç içinde. Hem zaten b.k vardır yedek kulübesinde gülmekte. Eğer t.direktör gülmezse oyuncunun morali bozulur çünkü niye gülmüyor bizim hoca diye manyak bi fikre kapılır ve inandırır kendisini. Yılmaz Vural, Hikmet Karaman, Fatih Terim sürekli şov yaptıkları için sıcak gelir bize. Popülizme bayılırız... Daum İstiklal Marşı okuyor diye günlerce yazıldı, konuşuldu. Yabancıya bayılırız...Werner Lorant'ı bile Aykut'tan daha çok sever Fener taraftarı. Ama yeri gelir milliyetçiliğimiz kabarır, milli takımın başında Türk t.direktör olmalı falan diye alırız gazı. Ama en önemlisi sabrımız yoktur...Bugün Aykut'u göndersen Aziz Yıldırım yönetimiyle gelecek yeni hocanın çapı konusunda çok eminim. Ya da bu seçim sonunda Fenerbahçe'nin geleceği konusundaki umutları  nasıl çöpe atabiliriz ben/biz bunları yıllarca yaşadık. Günü kurtarmak adına, tartışmaları dindirmek adına saçma sapan bir t.direktör ve muhtemelen en kısa zamanda 30unu geçmiş bir dünya yıldızı transferlerini görmekten bıkmadık mı...

Örneğin bugünkü maç için konuşursak Aykut'u ne diye suçlayabilirsiniz? Niye Okan oynadı diye sorulabilir? Genç oyuncular kupa maçlarında oynar, oynamalı da zaten aksini düşünene katılmıyorum. Niye A.Santos yok diye sorana niye olsun ki arkadaş diye sormak isterim. Aykut doğru bir 11 sahaya sürmüş fakat oyuncular oynamak istemedikten sonra Aykut naapsın??

İşte burdan asıl suçluya geleceğim. En büyük suçlu kesin bir şekilde yönetim yani Aziz Yıldırım. Ama daha hayati olanı futbolcuların suçu. Bugünkü maçın devre arasında biri futbolculara "sahaya çıkıp oynayan koşan mücadele eden i...nedir" dese bile eminim ki bugünkünden daha çok mücadele ederlerdi. Gruptan çıkmayı geçtim. 2 maçta 0 puan almışsın. Karşında sana göre zayıf bir takım  Skor 1-1...Baskıyı kurmuşsun golü atamadan devre olmuş. Normal bir takımın normal futbolcuları ikinci devreye ısırarak, maçı isteyerek başlar. Neden? Bari Yeni Malatyaspor'u yenelim de şu maçı izleyen taraftarlarımız daha fazla utanmasınlar, Fenerbahçe futbolcuları olarak biz daha fazla utanmayalım diye. Ama hiçbirinin utanması zerre kalmamış. Skor olmuş 2-1 Yeni Malatya lehine. Dakika 70...Fenerbahçeli oyuncular baskı yiyor, 100de 100 üç tane daha pozisyon veriyorlar kalelerinde. Bunun adı tek kelimeyle REZALETtir...Başka bir kelimeyle de anlatılabilir bu durum: KEPAZELİK. Aziz Yıldırım'ın bu saatten sonra yapması gereken Aykut'la en az 3 yıllık yeni bir sözleşme imzalayıp A.Santos, Christian, Bilica, Guiza gibi isimler başta olmak üzere bir çok futbolcuyu kapının önüne koymaktır. Çünkü bunun yerine t.direktörü kovup yerine yenisini getirmeniz durumunda, geçmişte de olduğu gibi, futbolcular ne kadar kötü oynarlarsa oynasınlar, sahada ne kadar yürürlerse mücadele etmezlerse etmesinler faturanın t.direktöre çıkacağının bal gibi farkındalar. Bence Fenerbahçenin geleceği için asıl tehlike de burda başlıyor. 

Bu saatten sonra yönetime düşen takım ne kadar kötü giderse gitsin t.direktörün arkasında durmak ve bu formayı hak etmeyen futbolcu bozuntularını kapı önüne koymaktır. Bu yazılanı yapmayacaklarsa bir dakika daha koltuklarında oturmasınlar ve kulübün yakasını artık bıraksınlar. Çünkü gerçekten yeter. Bir Fenerbahçe taraftarı olarak izlediğim maçlardaki ruhsuz, koşmayan futbolcuları her senenin bir döneminde bu şekilde izlemekten gına geldi, yeter...

-Av Mevsimi / Kısa Notlar-

| | Comments: (0)
Biraz geç de olsa Av Mevsimi'ni bugün izleme şansı buldum. Fakat maalesef gece 21.30 seansına bilet alma gafletinde bulunduk ElFinle. Filmin sonunda diyo Şener Şen "Av Mevsimi bitti" diye...Bitti ama nasıl bitti sen bi de bize sor be Şener amca (Şener amca mı?!) diyesim gelmedi diil...Madem film bu kadar uzun sürdü (21.30 giriş-00.30 çıkış) o zaman yazı kısa olsun bari diyerek yorumlarımı/izlenimlerimi kısa notlar şeklinde aktarmaya karar verdim:

- Yukarıda da bahsettiğim üzere film çok uzun hem de çok. Filmi uzun bulmamın sebebi herkesin dediği gibi senaryoyu basit bulmam, bütün olayı filmin ortasından anlamam dolayısıyla falan değil. Keza bence filmin en iyi yanı senaryosuydu. Ama böyle bir senaryo ve böyle oyuncular (bakın oyunculuklar demiyorum; bkz.aşağı madde) olsa bile bir Yüzüklerin Efendisi yapmıyorsan, 3 saat bir film için çok uzun.

- Oyuncuların isimleri ve kalitelerinden bahsetmeme gerek yok herhalde. Ama naçizane oyunculuklar hakkında iki kelam söz söyleme hakkını kendimde buluyorum bu filmi 3 saat sabredip izleyen biri olarak. Oyunculukları genel olarak filmin ilk yarısı- ve filmin ikinci yarısı olarak ikiye ayırabiliriz. İlk yarıda Melisa Sözen ve Okan Yalabık dışında -maalesef Şener Şen de dahil- herkes dökülüyordu. Fakat bunun sebebi kötü oyuncu olmalarından kaynaklanmıyor aksine olay tamamen o diyalogları yazan kişide bitiyor o da çuvallamış açık açık. İkinci yarıda ise olay örgüsüne bizimle beraber dahil olan yönetmen ve oyuncular asıl görmemiz gerekenleri sergilemeye başlıyorlar.

- Filmin görüntü yönetmenine söyleyecek hiçbir şey yok, herkesin de hem fikir olduğu gibi görüntüler filmin artılarından. Müziklerin ise daha filme gitmeden sağolsun herkes tarafından sosyal paylaşım ağları yoluyla paylaşılan iki sahne dışında filme çok bir etkisi yok. O sahnelerden en meşhuru "Hayde gidelum" temalı olan sahne filmden bağımsız olarak harika bir sahne ama bence biraz reklam tadında olmuş, filmin bütünüyle pek uyum içinde değil.

- Bir sözüm de Cem Yılmaz'ı filmde oynatıp eline o replikleri veren şahsiyete. Cem Yılmaz'ı farklı bir rolde oynatmak amacıyla yola çıkılıp filmin bir çok yerinde saçma sapan espriler yapması bizzat sağlanmak istendiyse tek kelimeyle yuh...Cem Yılmaz'ın ağzından çıkan her kelimeye kayıtsız gülen güzel toplumumu da unutmuyorum, filmi beraber izlediğim herkesi sevgiyle anıyorum buradan.

- Filmde en beğendiğim oyuncu Melisa Sözen'di. En beğenmediğim ise bütün film boyunca gözüme batan Cem Yılmaz'ın annesi. Yahu kadının da suçu yok aradım bulamadım ayrıntılarını, adını yaşını falan ama gördüğüm kadarıyla 30 yaşlarında birini uyduruk bir makyaj, başörtüsü, bütün suratını kaplayan bir gözlük ve anlaşılmaz bir laz diliyle 70 yaşında birine dönüştürme fikri bile fazla amatör, beyaz perdeye yansımasını geçtim...Annenin filmde göründüğü her sahne tam bir felaket.


Sonuç olarak hikayesi güzel, oyuncuları iyi ama oyunculukları vasat bir Yavuz Turgul filmiyle karşı karşıyayız. Güzel mesajlar veriliyor, bazı işler Türkiye standartlarının üzerinde ama standart seviyesinde ve seviyenin altında olan o kadar ayrıntı var ki filmin 3 saat olduğu da hesaba katıldığında hafta içi TV'de karşınıza çıksa seyredilecek kalitede bir film ortaya çıkıyor. Yıllar geçti üzerinden ama bir Beyza'nın Kadınları tadı hiçbir polisiye filmden alamıyorum maalesef. Merak ediyorsanız gidin, izleyin ama bu konuda tavsiye beklemeyin rica ederim.

-Günün Sözü-

| | Comments: (0)


''Maçı oyuncular kaybeder, taktik değil. Taktikler hakkında ortalıkta çok fazla palavra dönüyor, bunu yapanlar anca domino oyununu nasıl kazanacaklarını bilirler.''


İngiltere'nin Euro 2000'den elenmesi sonrası İngiltere futbol tarihinin en başarılı menajerlerinden Brian Clough'un yorumu...

-Günün Sözü-

| | Comments: (0)


Futbol gerçekten de basit bir oyun...





"Haftalık 100 bin, 200 bin ya da 300 bin avroya top tepeliyoruz. Dünyayı değiştirmiyoruz, yeni bir şey icat ediyor'a da benzemiyoruz. Sadece topa vuracağız işte...''